GERÇEK TASAVVUF - Sûfilerin Hâk Sözünü İşitmesi ve Anlaması

Sayı 2

Sûfilerin Hâk Sözünü İşitmesi ve Anlaması, Allah c.c. Kelâmının Kalbe Tesir Etmesi

Şihâbuddin Sühreverdi k.s. Avarifü’l-Mearif adlı eserinde bu konu hakkında 2. Bölümde uzunca yazmıştır. Konuya şöyle başlamıştır:
Şeyhimiz Şeyhülislam Ebu’n-Necib es-Sühreverdi bize, Zeyd b. Sâbit yoluyla gelen hadis-i şerifte, Resûlullah s.a.v. Efendimiz’in şöyle buyurduğunu nakletti;
Bizden bir hadis işitip, onu ezberleyerek başkalarına tebliğ eden kimsenin Allah c.c. yüzünü ağartsın. Nice, fıkha ait malzeme taşıyan kimse vardır ki, onun kendinden daha anlayışlı kimselere nakleder. Yine, nice fıkha temel olacak malzeme taşıyan kimse vardır ki, kendisi ondan istifade edebilecek anlayış sahibi değildir.

Bütün hayırların temeli, hakkı dinleyip güzel anlamaktır. Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Eğer Allah onlar da bir hayır(iyilik) bilseydi, elbette onlara (düşünüp anlayacakları bir şekilde hakikateleri) duyururdu. Ama onlara işittirseydi bile, (inatlarından dolayı) elbette onlar (duyduklarından faydalanmayıp, imandan) yüz çevirici kimseler olarak dönerlerdi. (iman etseler bile, sebat göstermeyip, tasdik ve kabullerinin ardından irtidâd ederek) elbette dönerlerdi. (Enfal suresi: 23)
Bu ayetin tefsirinin özünde, bazıları demiştir ki: “İşitmenin güzel ve hayırlı oluşunun alâmeti, kulun işittiği şeyleri bütün evsâfı(özellikleri) ile işitip hakikatini anlamasıdır.”

Bazıları da demiştir ki: “Eğer Allah onların dinlemeye lâyık olduğunu görseydi, kalp ve kulaklarını, hakkı dinleyip anlaması için açardı” demişlerdir.
Yani buradan murad edilen herkesin hâk sözüne verecekleri karşılığa göre anlayışa sahip olduklarıdır. Allah Teâlâ da herkesin kalbinin ne olduğunu, ne durumda bulunduğunu çok iyi bilmektedir. Vesveselerin kendisine hakim olduğu, nefsani arzuların içini kapladığı kimse, iyi duyma ve anlama özelliğine sahip olamaz. Yani Allahü Teâlâ bu türlü kişiye ne okuduğunu, ne de işittiğini anlama kabiliyeti vermez demektir. Sufiler, kalp ve anlayışlarını nurlandırarak, bu ilimleri alıp akıtacakları mahâl ve menfezleri hazırlarlar. Basiretleri açılınca da, hakkı güzelce işitir ve anlarlar. Bu hâle işaret olarak, Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur:

    İşte sana! Şüphesiz ki bunda(yani sûrede anlatılanlarda) elbette büyük bir öğüt vardır o kimseye ki, onun için(gerçekleri idrak melekesine sahip) bir kalp bulunmuştur. Yahut o, (okunan ayetleri dinlerken, geflet içerisinde değil de, aklı, fikri ve kalbiyle)hazır bulunan bir kişi olarak kulak vermiştir. (Kâf sûresi: 37)

    Şibli rahimehullah demiştir ki: “Kur’an’dan ancak, kalbi devamlı Allahü Teâlâ ile beraber olan ve ondan bir göz yumup açma müddetince gafil olmayan kimse hakkıyla öğüt alabilir.”

Hüseyin b. Mansûr el-Hallac k.s. demiştir ki: “Kur’an (ve kainattan) ancak, içinde, alemlerin Rabbinin müşâhadesinden başka bir düşünce olmayan kalp ibret alabilir.”

İbnu Atâ rahimehullah demiştir ki: “İbret ve öğüt alan kalp; Cenâb-ı Hakk’ın azametine tâzim(büyüklüğünü kabul ederek ve göstererek) ile nazar etmiş, heybeti ilâhi karşısında hayasından erimiş ve O’na giden yolda bütün masivadan(dünya makamlarına, dünya nimetlerine, dünya zevklerine ve dünya işlerine olan sevgisinden) muhabbetini çekmiş kalptir.”

Hikmet ehlinden birisi, insanların dinlediklerini anlama kabiliyetlerininin birbirinden farklı oluşunu, şöyle bir misalle(benzetme ile) anlatmıştır:
Bir çiftçi torbasına doldurduğu buğday ile dışarı çıktı. Torbadan bir avuç dolusu buğday aldı. Avucundaki buğdaylardan birkaç tanesi yolun ortasına düştü. Daha toprağa karışmadan, bir kuş gelerek onları yiyip gitti. O tohumun bir kısmı üzerinde biraz toprak ve nem bulunan bir kayanın üzerine düştü. Orada çimlendi. Kökleri kayaya kadar uzadı. Fakat kayayı delip daha derine inemediği için kuruyup gitti. Tohumun bir kısmı da içinde diken(yabani ot) bulunan temiz bir toprağa düştü. Orada yetişip büyümeye başladı. Fakat yükselmeye başladığı zaman diken onu sararak daha fazla büyümesine imkan vermedi. O da sonunda sararıp çürüyerek yok oldu. Tohumun bir kısmı ise yol ortası olmayan, içinde kaya ve diken bulunmayan temiz ve verimli bir toprağa düştü. Büyüdü, gelişti ve güzelce olgunlaştı. Başak verdi. 

Bu misâle(benzetmeye) göre; hikmet sahibi tohum ekene, güzel ve hayır söz de buğdaya benzer. Hayır sözü işitip de onu dinlemek istemeyen kimsenin misali yolun ortasına düşen buğday gibidir. Çok geçmez, şeytan hemen adamın kalbinden kuşun tohumu kapıp kaçması gibi, kapıp kaçar ve adam o hayır sözü unutur. 

Hayrı işitip onu güzel bulan adamın misâli de; bir kaya üzerine düşen buğdaya benzer. Bu hayır söz, içerisinde amel için hiçbir azim bulunmayan kalbe iner. Sahip çıkılmadığı, gereğince amel edilmediği için kalpten kaybolup gider.

İşittiği hayır sözle amele niyetlenen adamın hali ise; verimli toprağa düşen tohum gibidir. Ona şehvetleri musallat olup kalbini sarınca, ameline mâni olur. Dikenin ekini sarıp çürütmesi gibi, şehvetler de, niyetlenilen salih amelleri kalpten silip yok ederler.

Duyduğu hayr ile amel etmeye niyet edip, onu anlayan, amele yönelen ve yolda nefsani arzularını terk eden kimsenin hâli ise; verimli temiz bir toprağa düşen buğday gibidir. Nefsani arzularını terk ederek hidayet yoluna giren işte bu gerçek sûfidir.

Ebu’n-Necib es-Sühreverdi rahimehullah, Hasan el-Basri yoluyla, Hz. Resûlullah s.a.v. Efendimizin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Kur’an’da nazil olan her ayetin bir zahiri bir de batını vardır. Her bir harfin bir sınırı, her bir sınırın bir matlaı vardır.

Hadisin ravisi, Hasan el-Basri’ye: “Ya Eba Said! Matla nedir?” diye sorulduğunda, Hasan el-Basri: “Bir kavmin onu anlayıp amel etmesidir” demiştir. 
Matla; öyle bir anlayış noktasıdır ki, oraya ancak ilim ve marifet ehli olanlar yükselebilir. Demek ki her kalpte, Allah’ın verdiği nur ve destekle oluşan ilahi bir anlayış şeklidir. Şihabuddin Sühreverdi hazretleri “matla”nın Allah’ı Teâlâ ile konuştuğunu müşahede(düşünerek ve hissederek) ederek ayetlerini okumak olduğunu söyler. 

Süfyan b. Uyeyne demiştir ki: “İlmin ilk mertebesi güzelce dinlemektir. Peşinden anlamak, sonra ezberlemek, sonra öğrendiği ile amel etmek, sonra da bildiklerini öğretmek gelir.”

İyi anlamanın gerekleri ve edeblerinin en önemli hususları şunlardır:

  • 1- Konuşan yani hitab eden kişiye(hatibe) sözünü bitirinceye kadar fırsat vermek, karşılık vermemek, 

  • 2- Başka bir işle, kişiyle, konuyla veya dikkatin dağılmasına sebebiyet verecek bir şeyle ilgilenmemek,

  • 3- Konuşana yani Hatibe doğru yönelmek, onun yüzüne bakmak ve anlattıklarını dikkatlice dinlemek,

  • 4- Anlatılanları anlayıp ezberlemek


Allahu Teâlâ, Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’e bu hususta şu edebleri ve hususları emretmiştir:
“Ey Resûlüm! Kur’an sana vahyedilirken, vahiy tamamlanmadan, unutmamak için acele etme!” (Tâhâ suresi: 114)
“Ya Muhammed! Cebrail sana Kur’an ayetlerini okurken, unutmamak için acele edip o bitirmeden tekrar etme! (Kıyâme suresi: 16)
Anlaşılacağı üzere Allah c.c. Efendimiz s.a.v.’e nasıl dinlemesi gerektiğini, nasıl ezberlemesi gerektiğini ve nasıl kayıt altına alması gerektiğini açıkça söylemiştir. Aynı şekilde nasıl dinlenir, nasıl ezberlenir ve nasıl kaydedilir sorularının cevabını böylece bizler de Peygamber Efendimiz s.a.v.’den almış oluyoruz. Demek ki her daim anlatım yapanı sonuna kadar dinlemek çok önemlidir. 

Özetle dinlemek ve anlamak kalbe göredir. Akla veya zekâya göre değildir. Allahü Teâlâ’nın dinlemeyi ve anlamayı murad etmeside kişinin kalbine göredir. Anlaşılıyor ki kişinin Hâk sözünü işitmesi tasdik etmesidir. Anlaması ise bu sözü uygulamasıdır. Farklı anlamak ise kalbin derecesine göredir. Üstünlük her vakit takvâdadır. Rabbim bizlere Hâkk sözü hakkı ile işitip anlamayı nasip eylesin. Amin. 
    
                                    Selçuk Şahinler

Kaynaklar
Kurân-ı Mecid ve tefsirli meâl-i âlisi – Mahmut Ustaosmanoğlu
Avarifü’i-Mearif (Gerçek Tasavvuf) – Şihabuddin Sühreverdi



Vera Muhabbet Dergisi Logo