BİR VELİNİN HAYATI - Hacı Bayramı Veli - 1

Sayı 4

1. BÖLÜM

İstanbul’u, Fatih Sultan Mehmed Han’ın fethedeceğini müjdeleyen büyük veli. İsmi, Nu’man bin Ahmed bin Mahmud olup, lakabı Hacı Bayram’dır. Hicri 753 (miladi 1352) yılında, Ankara ilinin Çubuk çayı üzerindeki Zülfadl köyünde doğdu. Hamid-i Aksarayi’den (Somuncu Baba) feyz alarak, zahiri ve batıni ilimlerde üstün derecelere yükseldi. Tasavvufta Bayrami tarikatını (yolunu) kurdu. Fatih Sultan Mehmed Han’ın hocası Akşemseddin hazretlerini yetiştirip kemale getirdi. Hicri 833 (miladi 1449) senesinde Ankara’da Hakk’a yürüdü. Türbesi Hacı Bayram Camii’nin kenarında ziyarete açıktır.

Nu’man, küçük yaşından itibaren ilim tahsiline başladı. Ankara’da ve Bursa’da bulunan alimlerin derslerine katılarak, tefsir, hadis, fıkıh gibi din ilimlerinde yetişti. Ankara’da Melike Hatun’un yaptırdığı Kara Medrese’de müderrislik yaparak, talebe yetiştirmeğe başladı. Kısa zamanda, halk arasında sevilip sayılan bir kimse haline geldi.

Bir gün müderris Nu’man’a bir kimse gelerek; “İsmim Şüca-i Karamani’dir. Hocam Hamideddin-i Veli hazretlerinin size selamı var. Kayseri’ye davet ediyor. Bu vazife ile huzurunuza gelmiş bulunuyorum” dedi. O da, Hamideddin ismini duyunca; “Baş üstüne, bu davete icabet lazımdır. Hemen gidelim” diyerek müderrisliği bıraktı. Şüca-i Karamani ile Kayseri’ye gittiler. Kayseri’de Hamideddin-i Veli ile bir kurban bayramında buluştular. O zaman Hamid-i Veli; “iki bayramı birden kutluyoruz” buyurarak, Nu’man’a Bayram lakabını verdi. Hamid-i Veli, Nu’man ile başbaşa sohbetlere başlayarak, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Zahiri ve batını ilimlerde yüksek derecelere kavuşturduktan sonra ona; “Hacı Bayram! Zahiri ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş alimleri ve derecelerini gördün. Batın ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş evliyayı ve derecelerini de gördün. Hangisini murad edersen onu seç!” buyurdu. Hacı Bayram da, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Hocasının teveccühleri ile zamanının en büyük velilerinden oldu.

Hacı Bayram-ı Veli, hocası ile hacca gitti. Hac vazifelerini yaptıktan sonra Aksaray’a geldiler. Orada hocasının hicri 815 (miladi 1412) senesinde “Halifem, vekilim sensin” emri üzerine, bu ağır vazifeyi üzerine yüklendi. Aynı sene hocası vefat edince, cenaze işleriyle meşgul olup, cenaze namazını kıldırdı. Aksaray’da vazifesini bitirdikten sonra Ankara’ya döndü.

Ankara’da dinin emir ve yasaklarını insanlara anlatmaya, onlara doğru yolu göstermeye, yetiştirmeye başladı. Her gün pek çok kimse huzuruna gelir, hasta kalplerine şifa bularak giderlerdi. Talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya, akın akın gelmeye başladılar. Kısa zamanda ismi her tarafta duyuldu.

İsmi Muhammed, lakabı Akşemseddin olan bir genç, akli ve nakli ilimlerde yetişip, Osmancık’ta müderris olmuştu. Tıp ilmi üzerine oldukça bilgisi vardı. Talebelerin dersini verdikten sonra, diğer vakitlerinde nefsini terbiye etmek için uğraşırdı. Ayrıca bu konuda kendisini yetiştirecek bir büyük veliyi de araştırıyordu. Ankara’dan gelen bazı kimselerden Hacı Bayram-ı Veli’nin medhini duyarak medreseyi bıraktı ve Ankara’ya geldi. Hacı Bayram-ı Veli’yi, kendi ölçülerine göre yaptığı incelemelerde yeterli bulmadı. Halep’te ismi Zeynüddin olan bir kimsenin evliyalıkta yüksek dereceler sahibi olduğunu işitti. Kararını vererek Halep’e gitti. Zeynüddin hazretleri ile görüşmeden önce bir gece rüya gördü. Rüyasında, boynuna bir zincir takılmış ve zorla Ankara’da Hacı Bayram-ı Veli’nin eşiğine bırakılmıştı. Zincirin ucu ise Hacı Bayram’ın elinde idi. Bu rüya üzerine, Akşemseddin yaptığı hatayı anladı ve hemen Ankara’ya dönmek için yola çıktı. Ankara’ya geldiğinde Hacı Bayram-ı Veli’nin talebeleriyle tarlada ekin biçmeye gittiğini öğrendi. Tarlaya gitti. Talebeler, aralarına yeni bir kimsenin geldiğini görünce, hocalarının mübarek yüzüne baktılar. Onun, o gence hiç iltifat etmediğini, dönüp bakmadığını görünce, onlarda iltifat etmediler. Akşemseddin, onlarla birlikte ekin biçmeye başladı. Yemek vakti geldiğinde, insanların ve orada bulunan köpeklerin yemeği ayrıldı. Hacı Bayram-ı Veli, talebeleriyle yemek yemeye başladı. Yine Akşemseddin’e hiç iltifat etmeyip, yemeğe çağırmadı. Akşemseddin yaptığı hatayı bildiği için, kendi kendine; “Ey nefsim! Sen, Allahü Teala’nın büyük bir veli kulunu beğenmezsen, işte böyle yüzüne bile bakmazlar. Senin layık olduğun yer burasıdır!” diyerek köpeklerin yanına yaklaşıp, onlarla beraber yemeğe başladı. Hacı Bayram-ı Veli hazretleri, Akşemseddinin bu tevazuuna dayanamayarak, “Ey köse! Kalbimize çabuk girdin, gel yanıma” buyurdu ve ona iltifat etti, kendi sofrasına oturttu. Sonra ona “Zincirle zorla gelen misafiri böyle ağırlarlar” diyerek, onun gördüğü rüyayı, keramet göstererek anladığını bildirdi. Akşemseddin kabul edildiğine çok sevindi ve hocasının gösterdiği kerametler ile ona bağlılığı daha da arttı. Artık hocasında hiç ayrılmadı. Sohbetlerini hiç kaçırmayarak, kalplere şifa olan nasihatlerini  zevkle dinlemeye başladı. Hacı Bayram-ı Veli’nin teveccühleri altında, kısa zamanda bütün talebe arkadaşlarının önüne geçti. Nefsini terbiye etmekte herkesten daha ileri gitti. Hatta yedi günde bir kaşık sirke içerek yaşamaya başladı. Nitekim bu hususta Hacı Bayram-ı Veli bir gün “Ey köse! Bu şekilde riyazet ve mücahede ile, nefsin isteklerini yapmayıp, istemediklerini yaparsan, nur olursun, vefat ettikten sonra seni kabirde bulamazlar” buyurdu. Hacı Bayram-ı Veli, Akşemseddin’i bu şekilde çalıştırarak, evliyalık makamlarının yüksek derecelerine çıkardı. Akşemseddin’e icazet verdiğinde, bazıları; “Efendim! Sizden yıllarca okuyan talebelere hilafet vermediğiniz halde, bu yeni gelen Akşemseddin’i kısa zamanda hilafet ile şereflendirdiniz.” Dediler. Hacı Bayram-ı Veli de; “Bu öyle bir kösedir ki, bizden her ne görüp duydu ise inandı. Gördüklerinin ve işittiklerinin hikmetini de bizzat kendisi anladı. Fakat yanımda yıllarca çalışan talebeler, gördüklerinin ve duyduklarının hikmetini anlayamayıp bana sorarlar. Ona hilafet vermemizin sebebi işte budur” diye cevap verdi.

Hacı Bayram-ı Veli bu şekilde hem talebelerini yetiştiriyor hem de belli saatlerde camide insanlara vaaz ve nasihat ediyordu. Herkes Hacı Bayram-ı Veli’nin vaazlarına koşuyor, bazı kerametlerini de görünce, ona daha çok bağlanıyorlardı. Bu şekilde Hacı Bayram-ı Veli’nin pek çok kimsenin toplandığını gören bazı hased ediciler, Padişah İkinci Murad Han’a “Sultanım! Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, bir yol tutturarak halkı başına toplamış. Aleyhinizde bazı sözler ederek, saltanatınıza kast edermiş. Bir isyan çıkarmasından korkarız” diyerek iftiralarda bulundular. Bunun üzerine sultan, durumun tetkik edilmesi için iki kimse vazifelendirip; “O kimseyi hemen gidip getirin. Emrimize baş kaldırıp isyan ederse, zincire vurarak getirin!” emrini verdi. Vazifeli çavuşlar, ellerinde padişahın fermanı olduğu halde, Edirne’den kalkıp son süratle Ankara’ya doğru yol aldılar. Ankara’ya yaklaştıklarında önlerine, yaşlı, nur yüzlü bir kimse ile bir genç çıktı. Selamlaştıktan sonra ihtiyar zat; “Evlatların! Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?” diye sorunca, onlar da; “Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, etrafına adamlar toplayıp, padişahımıza başkaldırmış. Onu yakalayıp Dersaadet’e götüreceğiz” dediler. Çavuşların bu sözünü bekleyen ihtiyar zat; “O aradığınız Hacı Bayram bu fakirdir.” Diyerek, kendisini gösterdi. Çavuşlar bir fermana baktılar, bir de Hacı Bayram-ı Veli’ye. Aradıkları isyancı bu olamazdı. Veya bu nur yüzlü, hoş sözlü zat, isyan edecek bir kimseye benzemiyordu. Hacı Bayram-ı Veli’ye tekrar tekrar dikkatle baktıktan sonra, birbirlerine; “Gidelim. Sultanımıza gidelim. Bu zatın masum olduğunu bildirelim” dediler. Fakat Hacı Bayram; “Evlatlar! Sizin geleceğinizi biliyorduk. Onun için yola çıkıp sizi bekledik. Padişahımızın fermanı başımız üzerinedir. Haydi durmayınız zincirle bağlayınız ve bir an önce buradan gidelim.” Buyurdu. Bu sözlere iyice hayret eden çavuşlar, “Sizi yanlış anlamışlar efendim, size karşı edepsizlik etmeye haya ederiz. Hele zincire vurmak hiç yakışmaz. Madem ki emrediyorsunuz, arabaya buyurunuz gidelim.” Dediler. Hacı Bayram ile yanındaki genç talebesi Akşemseddin, çavuşlarla birlikte Edirne’ye doğru yola koyuldular. Hacı Bayram-ı Veli yol boyunca çavuşlarla sohbetler etti, onlara nasihatlerde bulundu. Günler sonra Çanakkale boğazında geçip, Edirne’ye geldiler. Sarayda Sultan İkinci Murad Han, söylentilere göre devletin selametine kasdeden ve tahtına göz diken bir eşkıya beklerken, karşısında, nur yüzlü, kamil bir veli gördü. Hayretini hiç saklamayarak, onu baş köşeye oturttu. Sohbete başladılar. Sultan Murad, şehzadeliğinden beri ilme pek meraklı idi ve büyük bir alim olarak yetişmişti. Hacı Bayram-ı Veli konuştukça, ilminin yüksekliğini, böyle kıymetli bir alim ve evliyanın devlete baş kaldırmayacağını daha iyi anladı. Ta Ankara’dan buraya kadar zahmet çektirip getirttiğine çok üzüldü, tanışmakla şereflendiği için de sevindi. Tasavvuftaki bazı müşküllerini Hacı Bayram-ı Veli’ye sordu. Aldığı cevaplardan ziyadesiyle memnun oldu. Onun ilmine hayran kaldı. Onu apar topar yerinden getirttiği için, nasıl gönlünü alacağını bilemiyordu. Pek çok ihsanda bulunup, hediyeler verdi. Fakat Hacı Bayram-ı Veli; “Sultanım! Bizim dünya malında gözümüz yoktur. Siz onları alıp, ihtiyacı olanlara veriniz” diyerek nazikçe geri çevirdi. Padişah ısrar edince de; “Mutlaka ihsanda bulunmak istiyorsanız, talebelerimizin devlete vereceği vergilerden muaf tutulmasını arzu ederiz.” Buyurdu. Padişah da memnuniyetle kabul etti. Hacı Bayram-ı Veli’yi günlerce sarayda misafir etti, izzet ve ikramda bulundu. Baş başa sohbet ettiği günlerden birinde; “Allaü Tealanın izniyle, evliyanın himmet ve bereketleri ile İstanbul’u almak istiyorum. Rahmetli dedem  Yıldırım Bayezid Han bu işe girişti. Fakat şimdiye kadar kesin bir netice elde edemediler. Devlet-i Ali Osman’ın topraklarının ortasında bir Bizans devletinin olmasına hiç gönlüm razı değil. Sevgili Peygamberimiz de (S.A.V.) medhettiği bu İstanbul bize lazım. Bunu almak için de himmetinizi, yardımınızı bekliyorum” dedi. Sultan Murad Han bu sözleri söylerken, Hacı Bayram-ı Veli derin bir tefekküre dalmış halde dinliyordu. Söz bitince, tane tane şöyle konuştu; “Sultanım! Bu şehrin alınışı ne size, ne de bize nasib olacak. İstanbul’u almak, şu beşikte yatan yavrunuz Muhammed’e (Fatih Sultan Mehmed) ve onun hocası, bizim köse Akşemseddin’e nasib olsa gerektir.” Müjdesini verdi. Sultan Murad Han, bu müjdeye çok sevindi. Oğlu Şehzade Muhammed’e ve Akşemseddin’e artık başka bir nazar ile bakmaya başladı.


Vera Muhabbet Dergisi Logo